NEW YORK, KÜLTÜREL MARKSİZMİN YENİ KOLONİSİ

 Kapitalizm, bireyselcilik ve sonsuz fırsatlar üzerine kurulu bu şehir, artık 20. yüzyılın en tehlikeli ithal ideolojilerinin, yani Amerika'nın ruhunu hedef alan ideolojilerin laboratuvarı!
  Bugün New York'a baktığınızda, Manhattan'ın ihtişamını, bu şehrin damarlarında dolaşan acı gerçekle karıştırmamak gerekir.
             New York'ta yaşananlar sadece siyasi bir mücadele değil; dünyaya özgür dünyanın temsilcisi olarak kendini sunan bir medeniyet olarak Amerika'nın hafızası, kimliği ve geleceği için verilen bir mücadeledir. Bu, göçmen atölyelerinde başlayan ve şimdi yönetim kurullarına ve sinema perdelerine ulaşan yavaş ve kademeli bir fethin hikâyesidir.

  Eski Dünya Virüsü
             Avrupa salgını, 19. yüzyılın sonlarında ilk göç dalgalarıyla başladı. Avrupalı ​​göçmenler, özellikle ALMANLAR ve DOĞU AVRUPALI ​​YAHUDİLER, Eski Dünya'nın yoksulluk ve baskısından kaçarken beraberlerinde MARKSİZM virüsünü de getirdiler.
  Amerika topraklarında, Amerikan bireyselcilik ve sıkı çalışma mantığını benimsemek yerine, Avrupa'nın "SINIF MÜCADELESİ" mantığını yeniden ürettiler.
             New York işçi sendikaları, Amerikan sivil kurumlarının aksine, sınıfsal yabancılaşmanın ve kolektif nefretin kalesi haline geldi. Lower East Side'da AŞKENAZ YAHÛDİLERİ'nin kullandığı üç lisandan biri olan YİDİŞ ve Almanca, son derece Amerikan karşıtı bir fikrin propagandasının dilleriydi. İnsan kimliği; kişinin bireyselliğiyle değil, ekonomik bir sınıfa aidiyetiyle tanımlanır. Bu, Amerikan zihninin Avrupalılaşmasının ilk adımıydı.
  Bu tutum, sonraki on yıllarda Avrupa'da Nazizmin yükselişiyle daha tehlikeli bir hal aldı. New York, Frankfurt Okulu'nun sürgündeki entelektüelleri için bir sığınak haline geldi.
             Bu MARKSİST düşünürler, Amerika'nın kendilerine sağladığı sığınağı takdir etmek yerine, tüm felsefi araçlarını Amerikan kültürünü patolojikleştirmek ve eleştirmek için kullandılar. AVRUPA'daki ekonomik PROLETARYANIN yenilgisinden hayal kırıklığına uğrayarak, savaş alanını fabrikadan kültüre kaydırdılar.
             Columbia Üniversitesi ve birkaç üniversite daha, Batı toplumunda aile, gelenek, din ve otoritenin temellerini değiştirmeyi değil, yıkmayı amaçlayan "ELEŞTİREL TEORİ"nin üretim ve ihracat merkezleri haline geldi. Böylece "KÜLTÜREL MARKSİZM" Amerikan akademisinin kalbinde kök saldı.

  Piyadeler ve Yeni Komiserler
             Günümüzde vaziyet daha da akut bir aşamaya ulaşmış durumda. Latin Amerika ve Asya'dan gelen yeni göçmen dalgası, bu kültür savaşının piyadeleri haline geldi. Bu savunmasız nüfus, "Amerikan Rüyası" mantığına entegre edilmek yerine, sol görüşlü örgütler, aktivistler ve "İşçi Merkezleri"nden oluşan bir ağ tarafından yutuluyor.
             Bu merkezlerde çocuklara İngilizce ve vatandaşlık becerileri değil, Avrupa Marksist dili olan “MAĞDURİYET” ve “SAVAŞIM” öğretiliyor. Kendilerini sorumlu bireyler olarak değil, “SİSTEME”karşı mücadele etmek zorunda olan ezilen bir grubun üyeleri olarak görmeyi öğreniyorlar.
             Ancak bu piyadelerden daha tehlikelisi, ideolojinin temsilcileridir. Yani bu göçmenlerin eğitimli çocukları. Amerikan fırsat merdivenlerini tırmanan bu nesil, New York kampüslerinde aynı eski virüsün daha karmaşık bir versiyonuyla karşı karşıya. Sınıfta, başarılarının çabanın sonucu olmadığını, haksız bir "AYRICALIĞIN" ürünü olduğunu ve kendilerini yükselten sistemden dolayı suçluluk duymaları gerektiğini öğreniyorlar.
             "SİSTEMİK IRKÇILIK" ve "KESİŞİMSELLİK" gibi kavramlarla donanmış bu yeni elitler, bu ideolojinin başlıca propagandacıları haline geliyor ve onu ele geçirdikleri kurumlarda (medya, şirketler, Hollywood) yayıyorlar.

  New York Dili: Modern Üslup Dilinin Son Hâli
  Bu Avrupalılaşmanın son ve en tehlikeli aşaması dilin fethidir. George Orwell, amacı gerçeği ifade etmek değil, düşünceyi sınırlamak olan "Yeni Konuşma/Newspeak" konusunda vaktiyle uyarmıştı. Bugün New York Üniversitesi laboratuvarlarından çıkan yeni bir “Modern Dil” ile karşı karşıyayız.
             "Beyaz Ayrıcalığı", "Kırılgan Ataerkillik" ve "Kültürel Kendini Geliştirme" gibi ifadeler ANALİTİK ARAÇLAR değil; “Muhalefeti Susturmak, Suçluluk Duygusu Yaratmak ve Toplumsal Kontrol Sağlamak İçin Kullanılan Silahlardır.”
             Bu dil, "LİYAKAT" gibi temel Amerikan kavramlarını baskıyı örtbas etmek için bir kılıf olarak yeniden tanımlıyor ve "ÖZGÜR KONUŞMA"yı "ŞİDDET İÇEREN KONUŞMA" ile eş tutuyor. Bu yeni dil, New York'ta üretilen kültürel yapımlar aracılığıyla topluma aktarılıyor; Netflix dizilerinden New York Times köşe yazılarına kadar.
             Amaç, tarihi yeniden yazmak, değerleri tersine çevirmek ve Amerikan iyimserliğini Avrupa'nın karamsarlığı ve kızgınlığıyla değiştirmek. Şirketler kültürel yeniden eğitim atölyeleri düzenlemeye zorlanıyor ve okullarda çocuklara ülkelerinin tarihinin bir baskı ve suçluluk öyküsünden başka bir şey olmadığı öğretiliyor.

  Avrupa New York'u
             New York artık bir Amerikan şehri değil; Avrupa'nın, özellikle de Yeni Sol'un entelektüel bir kolonisi. 20. yüzyılın başarısız ve yıkıcı fikirlerinin yeni ambalajlarda yeniden üretilip ülke geneline yayıldığı bir şehir. Bu, iki dünya görüşü arasındaki bir mücadele!
  Amerikan dünya görüşü fırsata vurgu yaparken, Avrupa dünya görüşü kolektifliğe, kolektivizme, tarihsel belirlenimciliğe ve gruplar arasındaki ebedi çatışmaya vurgu yapar.
  Bu anlayış yayıldıkça Amerika'nın kaybedeceği şey sadece bir şehir değil, Amerika fikrinin kendisi olacaktır.
             Amerika'nın geçmiş mirası ve Amerika'yı tanımlamak için kullanılabilecek şeyler bugün kayboluyor. Kurucu Babaların bireyselliğe saygıya dayalı bir ülke inşa etmek için ortaya koyduğu bir ürün gibi görünen New York deniz feneri artık New York'ta söndü.
 Bu kapanma kalıcı da olabilir, geçici de. Karar, gelecekte demokrasi ve New Yorkluların doğrudan oyuyla netleşecek.